Kadınlara yönelik şiddet, bir insan hakları ihlali ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimi olarak anlaşılmaktadır ve ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar veya ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem ve bu eylemler ile tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir.
Aile içi şiddet, aile içerisinde veya hanede veya mağdur faille aynı evi paylaşsa da paylaşmasa da eski veya şimdiki eşler veya partnerler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemi anlamına gelir.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğince 2006 yılında hazırlanan, kadınlara yönelik her türlü şiddete ilişkin Araştırma Raporu’na göre 89 ülkede ev içi şiddete yer veren özel düzenlemeler mevcuttur. Altmış ülkede ev içi şiddete dair özel kanunlar; yedi ülkede kadınlara yönelik şiddete dair kanunlar, bir ülkede cinsiyet ayrımı olmaksızın şiddete karşı düzenlemeleri içeren kanun, ondört ülkede ceza kanunları içerisinde ev içi şiddete ilişkin özel hükümler, beş ülkede faillerin uzaklaştırılmasına ilişkin özel hukuk hükümleri ve bir ülkede de aile hukuku kapsamında ev içi şiddete ilişkin düzenlemeler bulunmaktadır. Türkiye’de de 1998- 2012 yılları arasında 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun yürürlükte kalmıştır. 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilmiş ve 20.03.2012 tarihinde yürürlüğe girmiştir ve halen yürürlüktedir. Kanun beş bölüm, 25 madde ve bir geçici maddeden oluşmaktadır.
Son yıllarda başta kadınlar olmak üzere kişilere karşı işlenen şiddet olaylarının toplumu sarsan boyutlara ulaştığı herkes tarafından kabul edilmektedir. Gerekçede kadına yönelik şiddetin en yoğun olarak aile içinde yaşanmakta olduğu ve fiziksel, psikolojik, ekonomik açıdan mahrum bırakma ve cinsel şiddet dahil çok çeşitli şekillerde görülebildiği malumdur.
Anayasamızda kadına yönelik şiddetle ilgili hüküm bulunmamaktadır. Şiddetin temel nedeninin kadın ve erkek eşitsizliği olduğu göz önünde tutulduğunda, eşitlik ilkesi ile ilgili anayasal düzenlemeler önem kazanmaktadır. Anayasa, cinsiyet temelli ayrımcılığı reddeden ve hem yasal hem de fiili eşitliği amaçlayan düzenlemeler içermektedir.
Anayasanın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin insan haklarına saygılı, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmektedir. Devletin temel amaç ve görevlerinin düzenlendiği 5. maddede devletin görevleri arasında kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamak da yer almaktadır. Bu iki madde birlikte değerlendirildiğinde, bir insan hakları ihlali olan kadına yönelik şiddetin önlemesinin ve ortadan kaldırmasının da devletin görevleri arasında yer aldığı açıktır.
Anayasanın 10. maddesinde cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin kadınlar ile erkeklerin yasa önünde eşit olduğu ve devletin bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlamakla yükümlü olduğu düzenlenmiştir. Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.
Anayasanın 41. maddesinde de ailenin eşler arasında eşitliğe dayandığı kabul edilmiştir. Maddeye göre, devlet ailenin huzur ve refahı için gerekli tedbirleri almakla ve çocukları her türlü istismara ve şiddete karşı korumakla yükümlüdür.
Anayasanın temel hak ve özgürlüklere ilişkin 12. maddesinde, herkesin kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca 17. maddede herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı güvence altına alınmaktadır. Maddeye göre; tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz ve rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz. Kadınların şiddetten uzak bir yaşam sürmesi bu maddeler ile güvence altına alınmaktadır.
Anayasanın 11. maddesinde yasama, yürütme ve yargı organları ile idare makamları ve diğer kişi ve kuruluşların anayasal düzenlemelerle bağlı olduğu düzenlenmiştir. Bu madde gereği herkes, tüm kurumlar Anayasa’ya uygun davranmak zorundadır. Bu madde, 10. ve 41. madde ile birlikte değerlendirildiğinde, madde metninde yer verilen kurum ve kişilerin Anayasa’da yer alan eşitlik ilkesine aykırı davranamayacakları ve kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmak için gereken tüm önlemleri almakla yükümlü oldukları açıktır.
Anayasanın 90. maddesi uyarınca milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir ve haklarında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınmak zorundadır. Madde, hukuk uygulayıcılarının tümü açısından kadınların insan haklarına dair uluslararası mevzuatı bilme ve bu mevzuata uygun davranma yükümlülüğü getirmektedir.
Yine Türk Medeni Kanunu’muzda ve özellikle Türk Ceza Kanununda kadınları koruyucu ve kadına yönelik şiddete karşı yaptırımlar konulmuş ve halen bu mevzuat hükümleri yürürlüktedir.
6284 sayılı Kanuna ilişkin ikincil mevzuat ve kadına yönelik şiddetle mücadeleyi destekleyen diğer belgeler (dayanaklar) şunlardır:
- Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un (6284 sayılı Kanun) Uygulama Yönetmeliği,
- Kadın Konukevlerinin Açılması ve İşletilmesi Hakkında Yönetmelik,
- 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun Uygulamasına Dair Genelge,
- Çocuk ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleriyle Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi İçin Alınacak Tedbirler konulu 2006/17 sayılı Başbakanlık Genelgesi,
- Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesine Yönelik Tedbirlerin Koordinasyonu konulu 2007/6 sayılı İçişleri Bakanlığı Genelgesi,
- Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı arasındaki Protokol,
- TBMM İnsan Hakları Komisyonu Raporları,
- TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Raporları.
İçişleri Bakanlığınca açıklanan rakamlara göre 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” kapsamında 2017’de 353, 2018’de 279, 2019’da 336 ve 2020’de 266, 2021’de ise 280 kadın cinayeti işlenmiştir.
Burada yargısal cezaların caydırıcı olmaması, faillere uygulanan cezaların az oluşu, verilen cezaların etkili olmadığı gibi bir düşünce ve sorular kafalara takılan, akıllara ilk gelen durumundadır. Şöyle ki; Eşini veya yakını bir kadını öldüren veya darbeden bir kişinin tavırlarından ve konuşmalarından şu sonuç ortaya çıkmaktadır “Bir kaç yıl cezaevinde yatar, çıkarım”. Ayrıca öldürme öncesi veya şiddet öncesi alınan tedbirlerin yetersiz olduğu da başka bir etken olarak söylenebilir. Tedbir kararları alınıyor yani Devlet kurumlarınca gereken yapılıyor ancak uygulamada eksiklikler olduğu söylenebilir. Uzaklaştırma kararları ve alınan diğer bazı tedbirler yetersiz kalmaktadır. Örneğin kadın lehine koruma tedbiri var, tehlike anında hemen kendisine daha önce verilen sinyalli cihazın butonuna basarak kolluk güçlerini çağırabiliyor ama polis gelene kadar bazen geç kalınmış olabiliyor.
İlginçtir, bir sanık mahkemedeki duruşmaya getirilirken veya bir zanlı olay mahalline keşif için getirilirken emniyet güçlerince öyle bir koruma tedbiri alınıyor ki o sanığa insanlar hiç yaklaşamamaktadırlar. Kolluk güçleri o sanığı linç girişiminden korumuş oluyor. Sanıklar bile bu şekilde korunurken sanık olmayan, zayıf durumda bulunan ve korunma talep eden kadınlara ise ne yazık ki uygulamada tam koruma sağlayamıyoruz ve bu kadar kişi her yıl ölmekte, yaralanmakta veya şiddet görmeye devam etmektedir.
Bu gün itibariyle toplumun durumuna bir bakalım; Televizyonlarda, gazetelerde, medyada haberlerin yarıdan çoğu şiddet içeren haberlerle dolu. Öldürmeler, yaralamalar, dolandırıcılıklar, usulsüzlükler, fabrika atıklarının nehirlere bırakıldığı, hasta yakınlarının doktorları darp ettiği vs. vs. Elbette güzel haberler de var. Ancak, şiddet haberlerinin daha çok olduğu aşikârdır. Yine yayınlanan filmlerin birçoğu şiddet içeren, silah, kargaşa, entrika, köşe dönmecilik, kolay yoldan para kazanma, toplumun huzuru yerine kişinin sadece kendisini düşünmesi üzerine kurulu filmler olduğunu görmekteyiz. Çocukların sokakta toprakta oynamak yerine bilgisayar ve tabletten oyun oynadıkları, arkadaşlarını sanal olarak bilgisayarlardan buldukları ama gerçekte sosyallikten uzak bir mecraya sürüklendikleri bir çağı yaşadığımız herkesçe malumdur.
5-6 kişilik bir katılımla kapalı bir ortamda toplantı yapıldığını farz edelim. Bir süre sonra içerideki hava kirlenecek, oksijen azalacaktır. Ancak bunu içeridekiler fark edemezler. Çünkü burun, beyin, algı bu ortama alışmış durumdadır. Ancak odaya dışarıdan gelen birisi odanın havasız, oksijensiz olduğunu hemen fark edecektir. İşte ülkemizin, halkımızın durumu da buna benziyor. Toplumun yozlaştığı, eski Türk kültür anlayışımızın bozulduğu, geleneksel örf-adet yapımızın yıprandığı, birçok güzel hasletimizin kaybolmaya yüz tuttuğu bir dönemi yaşıyoruz ama örnekte bahsedilen kapalı odadaki toplantı yapan insanların oksijensizliği fark etmediği gibi kültürel yozlaşma içerisindeki bizler de bunun farkında değiliz.
Bütün bunları alt alta koyalım bir bakalım. Çıkan sonuç şudur. Şiddetin artması, topluma faydalı olmak yerine bencilliğin öne çıkması, ülkesine, topluma, ailesine faydalı olmak yerine sadece kendini düşünen, başkalarını umursamadığı bir yere evrilmiş durumda toplum. İnsanlarımızın çoğu bu haldeyken eşe karşı şiddet de elbette bundan nasibini alıyor ve kadına karşı şiddet, eşe karşı şiddet gittikçe artıyor. Ölümler, yaralanmalar, darplar…
İşin hukuki ve mevzuat çalışmalarının yeterli olup olmadığına bir bakacak olursak; Mevzuatımızda kadına karşı şiddet, eşe karşı şiddet ile ilgili gerek kanun gerekse diğer mevzuat yönünden tüzük ve yönetmeliklerde her türlü yaptırımlara ilişkin maddeler bulunmakta ve yürürlükte. Ancak şiddetin önüne bir türlü geçilemiyor. Kanaatimce geçilemez de. Çünkü yukarıda belirttiğimiz üzere toplum iyice şiddeti kanıksamış, alışmış, kabullenmiş durumda. Örneğin her akşam televizyonlarda haberlere baktığımızda, haberlerin en az yarısı şiddet haberleri. Öldürmeler, yaralamalar, darplar, kaçırılmalar, boğulmalar, entrikalar, tacizler, intiharlar vs. halkımız tarafından izlenmekte kabul görmekte. Burada şu sorular sorulabilir. Çok daha ağır cezalar getirilse bu suçlar önlenebilir mi? Veya TV kanallarındaki şiddet içerikli haberlerin fazlalığı ile ilgili olarak; Hangisi hangisini tetikliyor? Bu tür haberler çıktığı için mi izleniyor? Yoksa halk istediği için mi bu haberler yayınlanıyor? Bunun cevabı elbette toplumun yapısında, benliğinde saklı. Hâlbuki memlekette sadece bunlar mı yaşanıyor? Elbette hayır. Ancak TV kanallarında bunlar izlenmek, görülmek isteniyor. Yani arz-talep meselesi. (“Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan?” Sorunsalı burada tartışılabilir) Bu durum (şiddet haberleri) toplumu duyarsızlaştırmakta, yozlaştırmakta, toplumsal huzuru bozmakta, yardımlaşmayı, geleneksel yardımsever kültürümüzü ne yazık ki çürütmektedir.
Hukuki yaptırımlar noktasında en iyi kanunları, en mükemmel yönetim biçimlerini, getirsek de cezaları artırsak ta, yeni hapishaneler yapıp cezalandırma sistemini daha sıkı hale getirsek te şiddeti azaltamayız gibi görünüyor. (Yukarıda bahsettiğimiz toplum düzenini değiştirmedikçe, eski öz kültür özelliklerimize, kendi öz benliğimize, yardımsever toplum anlayışımıza dönmedikçe)
Uyuşturucu ülkemizde ne yazık ki iyice yaygınlaşmış, uyuşturucuya başlama yaşı iyice düşmüş durumda. Peki bu çocuklarımız bu yaşta uyuşturucuya başlatacak ne gibi sıkıntılar yaşıyorlar ki bu artış var. Bu konu elbette basit bir konu değil işin çok farklı ayakları var. Ekonomik, toplumsal, bireysel… Devlet millet el ele verilirse, tüm faktörler devreye girerse bu konu çözülebilir. Burada aile mefhumu çok önemli ve aile varsa (huzurlu ve mutlu ise) buradan yetişen çocukların uyuşturucu ile işi olmayacaktır. Huzurlu bir ailede yetişen çocuklar çocukluğunu yaşayarak güzel bir şekilde yetişir ve ilerde de vatanına, milletine, ailesine faydalı olmak için çaba harcar, insanlara faydalı olmaya çalışır.
Bu gün ülkemizde silah ruhsatı almak çok kolay hale gelmiştir. Hatta Askeri Kurumlarımızın elinde olan silahlar sayısınca belki de daha fazlası vatandaşlarımızın elinde bulunmaktadır. Bu elbette tehlike arz eden bir durumdur ve toplumdaki şiddeti artırıcı etkisi olduğu kanaatindeyim.
Yine yanlış bir uygulama bu yıl içerisinde alınan kararla düzeltildi diyebiliriz. Şöyle ki; daha önceki yıllarda kadına şiddet uygulayan bir kişi için eğer silah ruhsatı varsa bu ruhsat iptal edilmeden kullanmasına veya bulundurmasına devam edilmekte idi. Alınan yeni kararla artık şiddet uygulayan kişinin silah ruhsatı iptal edilebilmektedir.
“Yumurta-tavuk” Sorunsalı aklımıza takılıyor. Hangisi ilk başlangıçtır? Hangisi, hangisini tetiklemektedir? Cevap hangisi olursa olsun çözüm için bir yerden başlamak, hemen başlamak ve bir an önce bir şeyler yapmak lazımdır. Herkes üzerine düşeni yaparsa bu tür sorunsalları tartışmaya dahi gerek kalmayacak, toplum zamanla daha huzurlu hale gelecektir. Çünkü, çocuklar daha iyi daha sağlıklı yetişecek, toplum daha huzurlu olacak, adaletin hüküm sürdüğü ve güvenildiği bir ortam olacak, zengini daha zengin eden değil maddi gelir dengesinin sağlandığı gelirin hakça paylaşıldığı bir toplumsal yapının kurulduğu, suç işleyenlerin azaldığı, suç işleyenlerin dışlandığı, barınamadığı ve suçluların kendisini düzeltmek zorunda kalacağı bir toplum yaşantısı içerisinde olunacaktır.
O halde; Devlet, toplum ve tek tek bireyler olarak herkesim kendi üzerine düşeni yapmak zorunda. Yoksa çok geç kalınabilir. Burada “Herkes kendi kapısının önünü süpürürse bütün şehir temiz olur” düsturu çok önemli. Her aile kendi çocuğunu iyi yetiştirirse bütün çocuklar mutlu olur, topluma faydalı bireyler yetişmiş olur. Her mahalle kendi mukimlerini kontrol eder suçlu olanları barındırmazsa bütün mahalleler suçlulardan arınmış olur. Bu örnekler daha artırılabilir.
Aile yapısını ayakta tutmamız gerekiyor. Çocukların aile sevgisi ile yetişmeleri sağlanmalı. Ailesi olmayan çocuklar için Devlet gerekli tedbirleri almalıdır. Ailenin çocuğuna faydalı olabilmesi için çocuğa ilgi göstermesi, şefkat göstermesi, çocuğu için imkânlarını seferber etmesi lazımdır. Bunun için de ailenin gelirinin iyi olması önemlidir ve Devlet de bu noktada herkesin milli gelirden aldığı payın dengeli olmasına, hakkaniyetli paylaşılmasına çalışmalıdır.
Toplumda adalet kavramı oturmuş, adaletin tecelli ettiği inancı yerleşmiş olmalıdır. Adaletin olmadığı yerde bu boşluğu olumsuzluklar dolduracaktır, kaos hakim olacaktır. O halde adalete inanç kesinlikle sağlanmalıdır. Adalet tarafsızdır, adalet herkese eşit mesafededir, adalet toplumsal düzeni sağlayıcıdır.
Şiddetin azalması için herkesin, her kurumun destek vermesi, taşın altına elini koyması gerekmektedir. Çocuklarımızı yetiştirirken sevgi ile büyütmeli topluma faydalı bir birey olması için elimizden geleni yapmalıyız. Aile yapımızı çok iyi muhafaza etmeli, ayakta tutmalıyız. Bireyler arası problemlerde küçük şeyleri büyütmeden hoşgörülü davranarak çözmeliyiz. İnsanların birbirine saygılı davranmaya çalışması, bir kişi haklı bile olsa ben haklıyım diye üste çıkmaya çalışmak yerine anlayışlı olması, karşı tarafı affedici davranması vb. gibi bireysel katkıların yanında televizyonlarda silah, şiddet vb. görüntülerinin olmaması için Devlet kurumları (RTÜK) tarafından çalışmalar yapılmalı, böyle görüntüler engellenmeli, kısacası RTÜK caydırıcı olacak tedbirler almalıdır. Ayrıca cezaların caydırıcı olması, adaletli bir ceza hukuku sisteminin olması, suç işleyenlerin hakkıyla cezalandırıldığı, dürüst insanların da ödüllendirildiği vb. bir sistemin ülkemizde cari olması için de devlet yetkililerinin (mevzuat çalışmaları) katkısı gerekmektedir. Kısacası ülkemizin geleceği için seksendört milyon vatandaşımızın tamamına sorumluluk düşmektedir. Her bir vatandaşımız üzerine düşeni yapmak zorundadır.